ESER HAKKINDA

ESERDEKİ DUA

HÂTİME

 
 
 
 

Kul, Hakk’ı (CC) tanıyınca kalbi her şeyi ile O’na (CC) yakınlaşır. Cenâb-ı Hakk (CC) da kula bütün bağışlarını yapar. Ona tam bir ünsiyet verir. Bütün izzet ve şerefi ona bağışlar. Bu halde sükûnete erişince, Cenâb-ı Hakk (CC) bütün verdiklerini kulundan alır. Elinde bir şey bırakmaz. Onunla kendi arasına perde koyar. Kulun kaçacak mı, yoksa sebat mı göstereceğini dener. Kul sebat gösterirse Hakk (CC) aradaki perdeyi kaldırır ve ona önceki makâmını iâde eder. Hani, bilmez misiniz; baba denemek için çocuğunu kapı dışarı eder, kapıyı onun suratına kapatır. Sonra da çocuğun ne yapacağını beklemeye koyulur. Baba, çocuğunun kapının eşiğinden ayrılmadığını, komşulara gitme, babasını başkalarına şikâyet etme gibi edebe aykırı düşen yollara tevessül etmediğini görünce hemen kapıyı açar, çocuğunu bağrına basar ve ona olan ihsânını artırır.

Amelinde ihlaslı olmayan kimsenin eline Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlıktan ve ikrâm-ı ilâhîden zerrece bir şey geçmez. Cenâb-ı Hakk (CC) bir vahyinde şöyle buyurmuştur: “Ben kendime başkalarının şirk koşulmasından müstağnîyim. Kim ki, bir amel işler ve o amelinde benden başkasını ortak eder, şirk koşarsa onun o ameli bana ortak koştuğu kimse içindir, benim için değildir; ben sâdece benim rızâm için yapılanı kabul ederim.[1] Yine Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kıyâmet günü münâfık çağırılır: ‘Ey hâin, ey fâcir! Kimin için amel işledi isen karşılığını da ondan iste’.

Ey Rablerinden (CC) başkası için kulluk edenler! O’nun (CC): “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım[2] buyurduğunu işitmediniz mi? Yine O (CC) buyurmuştur ki: “Onlar ancak, dinde “muhlis” (ihlaslı) olarak Allah’a (CC) ibâdet etmekle emrolundular.[3] Her kulun, başka bir maksat ya da bağış için değil, ancak ve ancak Rabbinin (CC) rızâsını talep ederek kulluk etmesi îcap eder.

Celvette (toplumla birlikte) iken amelinde ihlaslı olamayanlarınız, ibâdetlerini halvette, herhangi bir mahlûkun göremeyeceği, kırâatini ve tesbîhini kimsenin işitemeyeceği yerlerde yapsınlar. Riyâ hâdisesi çok büyük bir hâdisedir. Bir sâlih şöyle demiş: “Birisi karanlık bir evde namaz kılsa ve âciz ve fakir, elinden bir şey gelmeyen bir zencinin dahi ibâdetini gördüğünü farketse, o âbid ibâdetini bırakır.” Amel edip de amelinde ihlaslı olmayana ondan bir fayda yoktur.

Ey infâk etmekten, nafaka vermekten geri duran! Cenâb-ı Hakk’ın (CC): “Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler[4] sözünü işitmedin mi? Yâni mallarını ailelerine, çoluk çocuklarına, fakirlere ve düşkünlere infak ederler. Cimri kişi mahrum, matrut ve merduddur. Halktan da Hâlık’tan (CC) da uzaktır. Rabbinizin (CC) keremini dileyin. Cevap verse de vermese de O’ndan (CC) isteyin; çünkü O’ndan (CC) istemek ibâdettir. Duâ (çağırma) uzaklıkta, münâcât (yalvarma) yakınlıkta, îmâ ise muhabbette olur. Uzakta olan kimse hükümdarın kapısına gelir ve seslenir: “Ey melik! Bana atâ ve ihsanda bulun, beni yakınlığına al.” Ona yakınlaşmış, kapıdan içeri ulaşmış olan ise ona hafif bir sesle yalvarır. Çünkü ona yakınlaşmıştır. Onun yanına oturan kimseye gelince; onu heybet kaplar, sükût eder ve işâretle konuşur. Uzakta olan müslüman da nidâ ile duâ eder. Ârif mü’min ise yakındadır ve hüsn-i edeple münâcât eder. Kalbiyle vuslata ermiş mahbûb ise “kurbiyet hazînesi” içindedir. Dolayısıyla îmâ ile konuşur.

Söylediğimi anlayıp onunla amel edene, ben ve sözlerim hakkındaki töhmeti kalbinden atana ve anlamayıp da amel edemediği sözlerimi Rabbine (CC) havâle edene Allah-ü Teâlâ merhamet etsin.

Sûfîler îman edip tasdîk ederler ve mallarından sâlihlere infak ederler, mallarını nefislerine karşı kullandıkları çeşitli delillerle ellerinden çıkarırlar. Bâzan farz olan zekât şeklinde, bâzan farz olmayan sadaka şeklinde, bâzan “îsâr” olarak ve bâzan da adak olarak mallarını harcarlar. Sûfîler ellerindekini çıkarmak için kesin yemin ederler. Bütün bunları kalplerinin ve îkanlarının kuvvetlenmesi ve nefislerinin kahrı, yenilgisi için yaparlar. Bâzı sûfîler Allah-ü Teâlâ’ya (CC) benzemek için malından belli bir kısmın bağış olarak verilmesini adamlarına emreder. Bâzı sûfîler de bağışı bizzat kendi eliyle yapar ama bundan haberi bile olmaz. “Evliyâ” fakirlere ve düşkünlere yardım edilmesini sürekli emrederler. “Abdâl”[5] ise insanların mallarını alırlar ama bundan haberleri olmaz.

Şöyle bir hikâye anlatılır: Sâlih bir zât çölde namaz kılıyormuş. Yanına “kurnaz ve oynak kimseler” gelmiş. Birisi o sâlih zâtın omuzundaki hırkasını almış (sonra tekrar koymuş). Namazı bitirince hırkasını alan kişi ona demiş ki: “Hırkanı aldığım ve sana sıkıntı verdiğim için hakkını helâl et.” Şöyle cevap vermiş: “Benden hırkayı aldığın zamânı da, onu bana tekrar verdiğin zamânı da hatırlamıyorum. Eğer onu almak istiyorsan al senin olsun.”

Sûfîler içinde oldukları hâlin dışında bir şeyi şuur edemezler. Rablerinin (CC) huzûrunda durdukları zaman, O’nun (CC) dışındaki her şey onlar için kaybolur. Mânâ kaybolur, sûret kalır. Kalp kaybolur, kalıp kalır. Tâbiînden olan Müslim b. Yesâr (RA) evine girdiği zaman çocuklarını sıkıştırır ve terbiye edermiş. Tâ ki, onlardan hiçbiri gülemezmiş. Onlara bu sıkıştırmasını iyice hissettirirmiş. Namaza durmak istediği zaman onlara: “Haydi, artık önceki hâlinize devam edin, rahatlayın, çünkü ben ne yaptığınızı duymam.” dermiş. O namaza durunca çocuklar oyuna dalar, rahatlarlar, gülüp oynarlarmış. Onun ise çocukların yaptığından hiç haberi olmazmış. Bir keresinde de câmide namaz kılıyormuş. Omuzunun üzerine bir direk düşmüş; o ise ne yere düşmüş ne de o direğin üzerine düştüğünden haberi olmuş.

Sûfîler her şeyleriyle Cenâb-ı Hakk (CC) içindir. Onların her şeyi halkın lehinedir. Hâlık (CC) ise onlar içindir. Ellerinde olan mallarını da, kalplerinde olan ilimlerini de infak ederler. Onlar en büyük hazînenin ortasına düşmüşlerdir. Dolayısıyla dünyâ malı onların gözünde önemsizdir. Mükevvenden (mahlûktan) yüzçevirdikleri için, onların kalplerine tekvîn (yaratma kuvveti) verilmiştir. Bu zâhir, elinde olduğu ve kalbin de onu gönülden kucakladığı müddetçe tekvînin zerresini göremezsin. Sâlihlerden birisine: “Yemeği nereden yiyorsun?” diye sormuşlar. “En büyük ambardan” demiş. “En büyük ambar da nedir?” demişler. “Kün fe-yekûn” (bir şeye “ol!” demek ve onun da oluvermesi) diye cevap vermiş.

Dünyâ işlerine sizden aşağıda olanların gözüyle bakın, âhiret işlerine ise sizden yüksekte olanların gözüyle bakın. Sâlihlerden birisi bir bayram günü bakla satın almış, yemeye başlamış ve şöyle demiş: “Acabâ, böyle bir günde benim gibi yağsız ve tuzsuz bakla yiyen başka biri var mı?” Gözü yan tarafına ilişmiş ve attığı baklaların kabuklarını yiyen birisini görmüş; ağlayıvermiş, söylediklerinden dolayı Allah-ü Teâlâ’dan (CC) özür dilemiş.

Ey Âdemoğlu! Kendine karşı cimri olma. Cenâb-ı Hakk (CC) senden borç almakta değil midir? Sen niye vermiyorsun? O’nun (CC): “Allah-ü Teâlâ’ya (CC) kim güzel bir borç verirse…[6] buyruğunu işitmedin mi? Eğer O’na (CC) borç verir ve fakir eliyle bunu O’na (CC) havâle etmeyi kabul edersen, O (CC) sana kat kat verir ve yarın senin verdiğinden çok fazlasını sana bahşeder. O’nunla (CC) alış-veriş yapın da, kârın ne olduğunu görün! O’nunla (C) hiçbir tecrübeye gerek duymaksızın alış-verişte bulunun. Câfer-i Sâdık (RA) (v. 148/765) elinde on dinarı olup on beş dinara da ihtiyâcı olduğunda o on dinarı tasadduk edermiş. Birkaç gün içinde on beş dinar gelirmiş. Eğer gelmeyecek olursa, ne Rabbini (CC) itham edermiş, ne O’na îtirazda (CC) bulunurmuş, ne de O’nu (CC) cimrilikle suçlarmış.

Sûfîler Rableri (CC) ile O’nun (CC) kitâbı, Resûlünün (SAV) sünneti ve kalplerinin yakîni üzere alış-verişte bulunurlar. Bir sâlihin yanında üç yumurta varmış. Bir dilenci gelmiş. Câriyeye yumurtaları dilenciye vermesini söylemiş. Câriye, yumurtalardan ikisini dilenciye vermiş ve birisini saklamış. Bir saat sonra bir arkadaşı ona yirmi yumurta hediye etmiş. Câriyeye sormuş: “Dilenciye kaç yumurta verdin?” Câriye: “İki yumurta verdim, birini iftar etmen için sakladım” demiş. Ona demiş ki: “Ey yakîni kıt kadın! Bizi on yumurtadan ettin!”

Hz. Peygamber’den (CC) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kendi gibi bir varlıktan izzet ve şeref bekleyen mel’undur!

Ey miskin! Borç isteyen bir fakir sana geldiğinde hemen ona borç ver ve sakın: “Bunu bana kim verecek?” deme. Nefsine muhâlefet et. Ona borç ver. Bir müddet sonra da onu hibe et. Fakir olup da birisinden bir şey istemek kendisine ağır gelen kimseler, borç istesin ve o borcu ödemeye Allah-ü Teâlâ’ya (CC) güvenerek niyetlensin.

Ey zengin! Birisi sana gelip da borç isteyince hemen ver. Sadakanı onun yüzüne bakarak verme, onun burukluğu, ezikliği daha da artar. Zaman uzayıp ödeyemeyince ondan vazgeç ve ondan, verdiğin şeyi senden bir borç olarak kabul etmesini iste; sonra da o borcu sil gitsin. Onun ilk andaki ve sonraki ferahlığının sevâbı sana yeter. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kulun kapısına gelen dilenci Allah-ü Teâlâ’nın (CC) ona hediyesidir.[7]

Vah sana! Fakir, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) hediyesi nasıl olmasın ki, o senin dünyandan alıyor, âhiretine götürüyor. Senden bir şey alıp saklıyor ve sen onu lâzım olduğu zaman elde ediyorsun. Bu verdiğin miktar kayboluyor, yok oluyor ve sen Allah-ü Teâlâ (CC) katında yüksek derecelere ulaşıyorsun.

Yazık sizlere ey âbidler! Size cennetler versin, hûriler versin, vildanlar versin diye Rabbinize (CC) ibâdet ediyorsunuz. Cennet gerçek vatan, pekiyi, komşu nerede? Cenâb-ı Hakk’ın (CC) rızâsını kim istiyor? Cenneti kim istiyor? Dünyâyı kim istiyor? Halkı, mahlûkâtı kim istiyor? Allah-ü Teâlâ’yı (CC) görmeyi ve O’nun (CC) kurbiyetini isteyen ne kadar da az! Âriflerin ve muhiblerin gözlerinin aydınlığı O’nu (CC) görmektir. Cenneti görmek, orada hûrilerle birlikte oturmak, yemek ve içmek ise zâhidlerin gözlerinin aydınlığıdır. Bunların aralarında ne kadar da büyük fark var! Bu iki grup birbirinden ne kadar da uzak!

Ey dünyâyı isteyen! Zamânın boş şeyler uğruna gitti. Ve ey cenneti, hûrileri ve vildanları isteyen! Sen de Rabbinden (CC) başkasını istedin ve O’ndan (CC) başkasını tercih ettin. Eğer sende hayır olsa idi, bir an bile O’ndan (CC) ayrı kalmak sana câzip gelmezdi, fakat sen O’nu (CC) tanımıyorsun! Yazık sana! Cenâb-ı Hakk’a (CC) bir kere bakışın lezzeti, cennetteki vildanlara, lezzetlere, her türlü istek ve nîmete bedeldir; ya O’na (CC) saatlerce bakmanın lezzeti nasıl olur?

Dünyâ belâ (imtihan) yeridir. En büyük belâ ise mîde ve şehvet belâsıdır. Bekâr birinin gündüzleri oruçsuz gezmesi, sokaklarda dolaşması, istekleri ve zevkleri için yeyip içmesi ve kötü arkadaşlar olan insan şeytanları ile oturup kalkması uygun değildir. Bütün bunlar nefis odununda şehvet ateşini tutuşturan şeylerdir.

Allah’ım (CC)! Nefislerimize karşı verdiğimiz mücâhedelerimizde bize kuvvet ver. Bizi hidâyet ile rızıklandır. İnsanlara hidâyet yolunu göstermeyi bizlere nasip et. Kalplerimizi nurlandır. Bize insanların yollarını aydınlatacağımız bir nur ver. Bize ünsiyet şarabından içir; ondan biz de kana kana içelim, bütün susuzlar da kana kana içsinler. Bizi ihsanlarınla ve rızân ile rızıklandır. Atâ ve ihsânına karşı bize şükretmeyi, vermediğin zaman, kapı kapalı olduğu zaman da rızâ göstermeyi ilham et. Sadâkatimizde tahkîke ulaştır; yalanlarımızı ve bâtıllarımızı sil. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”

www.GAVSULAZAM.de


[1] İbn Mâce, es-Sünen, “Zühd” hadîs no: 3202.

[2] Zâriyât S. A.56.

[3] Beyyine S. A.5.

[4] Bakara S. A.3.

[5]Abdâl”: Peygamberlerin (AS) bedelleri olan velîler.

[6] Bakara S. A.245.

[7] Hindî, Kenzü’l-ummâl, hadîs no: 16078.

Kaynak: Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA), Cilâü’l-hâtır fi’l-bâtın ve’z-zâhir

 
 
 
İndex|Tasavvuf|Derviş|Mürşid-i Kamil|Mekârim-i Ahlâk|Bir Damla Gözyaşı
WwW.Gavsulazam.de   2003-2006    Her Hakkı Mahfuzdur | Mesaj gönder | Misafir Defteri