KONULAR
 

 

 

 

Tasavvuf - Tarikat Nedir?

Tasavvufun Temeli

Tasavvufun Esası

Tasavvufta Gaye

Tasavvufun İnsana Tesiri

Tasavvufu İnkarın Hükmü

Tasavvuf İle İlgili Fetvalar

Ayetlerde Tasavvuf

Hadis-i Kudsilerde Tasavvuf

Hadis-i Şeriflerde Tasavvuf

Tasavvufun On Esası

Tarikatların Doğuşu

Tarikatlar İki Kısımdır

Tarikata Niçin Girilir?

Tarikata Girmek İsteyenlere...

Tarikat-Şeriat Münasebeti

"HU" Ve Açıklaması

Seyr-i Sülûk Nedir?

Rabita Nedir?

Tarikatta Rabita

Rabıta Çeşitleri

Rabıtaya Karşı Çıkmanın Hükmü

Semanın Hakikatı

Nefsin Yaratılışı

Nefis Mertebeleri

 

 

 

 

 

 


Ey tecelli-i Cemalin

mazharıdır kainat

Yüzlerinden zahir olmuş

pertev-i Zat u sıfat

 

Ayine sensin suret senin

mana senin

Cem’ ile fark-ı tecelliden

edersin iltifat

 

Suretin nakşında alem

cümle sergerdandır

Devreder aşkınla gökler

bir nefes bulmaz sebat

 

Kulzüm-i kahrında girdaba

düşürme ademi

Var iken lütf ve keremden

cûş eder Nil ü Fırat

 

Cünbüş-i Hakk olmazsa Hakkı

tutarmıydı kalem

Levh-i alemde yazılmazdı

bu denlü beyyinat

 

 

 

  TASAVVUFUN ON ESASI

 

6- DEVAMLI ALLAH'I (CC) ZİKRETMEK

 

Devamlı zikir, her şeyi unutarak sadece Allah’ı (CC) zikretmektir. Kur’an-ı Kerim’de: “Unuttuğun zaman Allah’ı (CC) zikret.”[1] denilmiştir. Buradaki unutmak kelimesi Allah’tan (CC) başkasını unutmak anlamındadır.

Zikir devamlı olmazsa munkatı’ (kesik, devamsız) zikirle bir yere varılmaz. Bunun için ayette Resulullah’a (SAV) “dall bi’l-ibâre”, yani ibare yollu, varis-i Resûl’e ise “dall bi’l-işâre”, yani işaret yoluyla “zikr-i muttasıl” (sürekli zikir) emredilmektedir. Hz. Aişe (RA), Hz. Peygamberin (SAV) halinden soranlara: “O (SAV) her zaman zikrederdi.” demiştir. Büyük velilerin ve özellikle Hz. Peygamber Efendimizin her hali zikir sayılır. Çünkü onlar her ne kadar halk ile içice olsalar bile her an Hakk’ı (CC) düşünürler. Zikrin gayesi ise kalbin huzur bulmasıdır. Dilin deveran etmesi değildir. Zikredenin masivayı unutması bir ölünün dünyadan kopması gibidir. Bu “iradî ölüm” eğer “tabii ölüm” gibi olmazsa nefsi ile zinde kalmış olur mürid. Nefis ile zinde olan kişi ise kendini masivanın ve nefsin zikrinden alıkoyamaz.

Burada devamlı zikirden maksat ehl-i zikrin dil ile yaptığı zikirdir. Sesli zikrin (zikr-i cehri) çok faydası vardır. Zikr-i cehrinin gayesi Allah’ı (CC) nefse duyurmaktır. Çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtaçtır. Yoksa bunun amacı Allah’a (CC) duyurmak değildir. Onun için uzak-yakın, sesli-sessiz farketmez. Sesli zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve sırlarından habersizdirler. Bizim muhatabımız ise bilmeyenler değil, alimlerdir.

Müshile benzetilen zikir “Lâ ilâhe illâllah” kelime-i tevhididir. Bu kelime “nefy” ve “kabul”den mürekkeb bir ilaçtır.

Bu Kelime-i Tevhid tıpkı bir macun gibi çeşitli tedavi edici unsurlar ihtiva ettiğinden zikirlerin en faziletlisidir. “Allah, Allah” veya “Hû, Hû” şeklinde yapılan zikirden daha faziletlidir. Çünkü bu gibi isimlerde birlik vardır. Fakat Kelime-i Tevhid çift yönlü bir zikirdir. Hem nefy, hem de inkar vardır. Onun için “vird-i leyli” (geceye ait zikir) olması uygundur. Gecede de birlik vardır, tek renk hakimdir her yerde. Fakat Kelime-i Tevhid’de kesret vardır. Dolayısıyla ‘vird-i nehari’ (gündüze ait zikir) daha önemlidir.

“Nefy” kısmı, kalbi hastalıkları doğuran, ruhu habseden, nefsi, hayvani ve şehevani sıfatlarını güçlendiren kötülükleri yok eder.

Yani Kelime-i Tevhid’deki nefy kısmının özelliği kalbî hastalıkları güçlendirmektir. Bir de ruhu habsetmektir. “En yüce sultan” olan ruha bu yakışmaz. Çünkü onu habsetmek onu zincire vurmak gibidir.

Nefsin kötü sıfatları ise cahillik, cimrilik, korkaklık, nifak, haset, kibir, kendini beğenmişlik, iki yüzlülük, aşırı mal sevgisi gibi özelliklerdir. Bunların hepsi de cehennem kapısını açmaya yöneliktir.

Hayvani ve şehevani istekler ise çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve cinsel ilişkide bulunmaktır. Bunların hepsi de rezil alışkanlıklardır. Bunları Kelime-i Tevhid’deki “la” nefiy edatı ile süpürmek gerekir.

Kelime-i Tevhid’in nefy edatıyla başlamasının sebebi budur. Buradaki hikmeti anlayamayanlar Kelime-i Tevhid’in nefyle başlamasını garip karşıladılar.

İsbat ise kalbin sıhhatini ve selametini korur. Böylece onu bu rezil huylardan kurtarır. Kişinin asıl kimliğinden sapmasını önleyerek ahlakında ve hayatında ilahi nur’un hakim olmasını sağlar.

Kalb esas itibariyle salim ve saf bir haldedir. Çocuk doğduktan sonra kalbin yine aynı şeklini alması için ilahi feyiz gereklidir, öyleyse bu hastalıklar kalbe sonradan bulaşmaktadırlar. Nitekim hadisi şerifte: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Daha sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi olarak yetiştirir.”[2]

Yani her doğan insan mu’tedil bir fıtrat ile doğar. Onun kalbinde bir fikrin veya dinin galip gelmesi imkansızdır. Fakat kalbin sürekli bu hal üzerine bırakılması onun tabii halinin ruhi haline galip gelmesini sağlar. Bunun devamı ise insanı hayvan ve belki de şeytan şekline sokabilir. Fakat yukarıda ‘macun’ olarak vasıflanan Kelime-i Tevhid’in sürekli zikredilmesiyle kalbin ıslahı ve ruhani mizacının galip ve baskın gelmesi sağlanmış olur.

Aslında Allah’ın (CC) zat’ında vahdeti vücuttan başka bir nesne olmadığı halde küfrün şüphe ve evhamlarını defetmek için Kelime-i Tevhid’e nefy edatı da dercedildi. Çünkü sülûkun ilk yıllarında salikte de böyle vehmler olabilir. Kendisinde “isbat” hali galip olan meczub kimseler sadece “Allah, Allah” diye zikrederler. Mesela: Şeyh Şibli (KSA) “la”nın verdiğ ızdırap ve vahşetten ürktüğü için sadece “Allah, Allah” diye bağırırdı ve zikrederdi.

Böylece ruh, Hakk’ın (CC) şahitleri, zat’ının ve sıfatlarının tecellisiyle aydınlanır. “Yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlandı…”[3] ve böylece onun sıfatı olan karanlık ve körlük ise yok oldu.

“İllallah” kelimesinin isbatı dolayısıyla insan kalbi merkez olmak üzere ruh da şevahid-i Hakk ile yani ilahi nur ve zat ve sıfat-ı Hakk ile süslenmiş oldu. Nur elbisesini giydi. Yeryüzü de bu nurun varlığıyla aydınlandı. Karanlık sıfatı yeryüzünden silindi. Yani gecenin gelmesiyle yeryüzünün karanlığı tamamen kabul etmesi gibi nefsani sıfatların galip gelmesiyle vücud sathı da karanlığı kabul etti. Güneş doğduktan sonra, yani kalpte ilahi nur tecelli edince bütün karanlıklar kaybolup gitti. Bu ilahi nur önce kalbe ve ruha daha sonra da kulun cesedine nüfuz eder. Böylelerinin cesetleri kabirde bozulup tefessühe uğramaz. Gece namazına (teheccüd) kalkanların durumu da böyledir. Ehl-i teheccüd olanlardan tecelli sahibi olanların nurunun diğerlerine, de geçmesi mümkündür. Kısacası Allah’ın (CC) nurunun tecellisiyle bir insandaki bütün karanlık sıfatlar yok olur, silinir gider. Allah’ın (CC) sıfatlarının tecellisi eşyada belirmeleridir. Suya “muhyi” denmesi gibi. Asında bu ilahi bir sıfattır. Bu, ilahi sıfatın suya yansımasıdır. Bu, bütün eşya için geçerlidir. Dolayısıyla bütün her şeyde zati hayat vardır. Fakat gözleri ve kalbi perdeli olanlar bunu sezemezler. Yunus Emre (RA) ne güzel söylemiş:

 

Yitirdim Yusuf’u Ken’an ilinde

Yusuf bulundu Ken’an bulunmaz

 

Yani kesreti temsil eden Ken’an ilinde vahdet olan Yusuf kayboldu, bulunmaz. Fakat aradan Ken’an kalkınca vahdetten başka bir şey bulunmaz. Görünen sadece O’nun (CC) zatının ve sıfatlarının tecellisidir. Kamil insan bunu sadece eşyada görmez. Aynı zamanda kalbinde de hisseder. Bu seviyeye ulaşanlarda sapıklık ve ilhad gibi şeyler düşünülemez. Onlar bilakis ehl-i sünnet inancı, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebeleri üzerindedirler. Fakat böyle insanların çevresindekiler bunun farkına varamazlar. Bu mertebede bulunmayanlarda ilhad ve çeşitli sapıklıklar bulunabilir.

Her mertebenin ayrı ayrı zikir usulleri vardır. Bunu ancak ehil olanlar kavrayabilir.

“Yerin başka bir yer, göklerin başka bir gök olduğu o günde Kahhar olan Allah’ın (CC) huzurunda bütün insanlar toplanacaklardır.”[4]

Yani Kıyamet Gününde yer ve gök değişip başkalaşacaktır. Aynen bunun gibi küçük alem sayılan insanda da buna benzer değişiklikler olacaktır. Çünkü bambaşka olan o alemde abdest bozma, def-i hacet, kadınların bazı özel halleri vb. olmayacaktır. Dolayısıyla insanın ilk hali sonraki haline benzemez. Çünkü insan “makam-ı ev edna”dan [5] döndükten sonra Hakk’ın (CC) elbisesine bürünür. Buna ‘celvet’ denir. Bu aşamada insan beşeri özellikleri itibarıyla görünür ve insanlar arasında yaşarlar. Hakikatları itibarıyla da görünmezler. Halktan uzak gayb aleminde yaşarlar. Bunun için bunlara “guraba-i hakikiye” derler. “Vahid ve Kahhar olan Allah’a (CC) döneceklerdir.” denilirken insanların değişeceği ve her şeyin aslına döneceği ifade edilmektedir. Her şeyin aslında olan zat zuhur edecektir. Bütün eşyanın ve masivanın geçici olduğu ortaya çıkacaktır. “…O’na (CC) döndürüleceksiniz.”[6]

Bedenler böyle değişecek fakat ya ruhlar nasıl değişecektir şeklinde gelen bir soruya ise cevabımız şöyledir: Ruhun da iki yönü vardır. Zahir olan yön ki, bu hadistir. İkincisi zahiri ve kadîmdir. Arş ve Kürsüye yükselen ruhlar için fena olmak, yok olmak yoktur. Alem-i ervaha yakın olan şeyler de ruhların hükümlerine tabidir. Buna da “beka” denir. “Tevka’l-arş” dediğimiz mekan, filozofların dediği gibi    “ne boştur ne de dolu” (La halâ ve lâ melâ) değildir. Bilakis burası ‘melâ’ alemidir ki, bu da ruhlar alemidir.

Eğer sen gerçekten gönül ehli isen seni çok önemli bir konuda uyardım. “Beni zikrediniz. Ben de sizi zikredeyim…”[7] ayetinde zikredenle zikredilen yer değiştirmektedir, içice girmektedirler. Zikreden kişi zikirde fena bulmaktadır. Zikredilen ise zikredenin yerine bakî olmaktadır. Zikredeni istediğin zaman mezkûru, mezkûru taleb ettiğin zaman ise zikredeni. Beni  gördüğün zaman O’nu görmüş olursun, O’nu gördüğün zaman ise beni görmüş olursun.

Yukarıda geçen ayet-i kerimede zakir ile mezkûr dolaşımlı bir şekilde yer değiştirmektedirler. Bu da zakirin mezkûrda yok olması, mezkûrun da zakirin halifesi olmasıdır. Dolayısıyla birbirine ayna olmuş durumdadırlar. Hangisini görmek istesen diğerine rastlarsın. Buna nafile ibadetler hakkındaki hadis-i kudsî de işaret eder. “…Ben onun gözü ve kulağı oldum.”[8]

Hz. Resul-i Ekrem (SAV): “Allah (CC) kulunun ağzından ‘Allah (CC) kendisine hamdedenleri işitti.’ buyurmaktadırlar. Cüneyd-i Bağdadi’ye (RA), “Arif kimdir?” diye sormuşlar. O da: “Suyun rengi kabının rengidir.”, diye cevap vermiştir. Aslında suyun, sesin ve ışığın rengi yoktur. Fakat kırmızı bir camdan geçen ışığın rengi de kırmızı olur. Aynı şekilde su da ışık da bulundukları cismin rengini alırlar.

İşte tecelli de bu şekilde olmaktadır. Allah (CC)  insana bulunduğu renkte ve şekilde görünür. O’nun (CC) belirgin rengi yoktur. Ahirette de insanlar, O’nu (CC) inandıkları gibi göreceklerdir. Yani o görünen, onların itikadlarıdır. “Allah’ı (CC) yaratıklar gibi düşünüp algılayanlardan olma. Çünkü bu bir sapıklıktır. Bu benden sana bir irşadtır.”

www.GAVSULAZAM.de


[1] Kehf S. A.24

[2] Buhari

[3] Zümer S. A.69

[4] İbrahim S. A.48

[5] Necm S. A.9

[6] Bakara S. A.28

[7] Bakara S. A.152

[8] Buhari

 
   

 

©2003 - 2004  Gavsulazam.de       Her hakkı mahfuzdur...